29 Aralık 2012 Cumartesi

Sarı Ay _DOT



Tiyatro DOT'un yeni sezon performanslarından Sarı Ay (Yellow Moon) Gmall Dot Salonu'nun karanlığına ışık tutuyor. Hemen her hikâyesinin suratınıza çarptığını hissettiğiniz performanslardan biri de Sarı Ay. 4 kişilik kadrosundan çıkan yansımalarla kalabalık bir hikâyenin içinde 'koşturduğunuzu' hissediyorsunuz adeta.

Baş kahraman Lee Macalinden, nam-ı diğer Aygır Lee, köklerini arıyor. Babasını, kimliğini arıyor. Hiç çıkarmadığı o şapkası düştüğünde, aslında ona yapıştırılmış yıllardır üzerine giydiği o kimliğinden sıyrılıyor. Arayışa geçiyor.

Leila Suleiman, Lee'nin yol arkadaşı. Kendi sessizliğinde yaşamayı, susmakla konuşmanın bir farkının olmadığını anladığında seçiyor. Çünkü "Sen ne söylersen söyle insanlar duymak istediklerini duyuyor." Sessizliği oluyor onun da şapkası. Saklanıyor altında. Bir jiletin keskinliğinde kendini 'var' ediyor. O kesiklerde kendine 'orada' olduğunu kanıtlamak istiyor.

İkisi de 'sanki biri bir kapı açıyormuş'casına onun ardına gidiyorlar, kaçıyorlar. Kendilerine kabul ettirilmiş kişiliklerinden, üzerlerine giydirilmiş kimliklerinden kaçıyorlar.

Lee, Leila'ya teklif ediyor, "Geliyor musun, yoksa geliyor musun?". Lee, kendi verilerindeki, genlerindeki temeli arıyor. Sarhoş bir anne ve bir üvey baba ile yaşamaya kodlandığı hayatının belki de en temel faktörünü arıyor. Babasını. "Dede erik çalmış, torunun dişi kamaşmış" diye söylenegelen deyişimizin izlerine rastıyorum adeta. Lee, çalınan eriklerin iadesini yapmak istercesine, kendini, genlerini temizlemek istercesine gidiyor peşinden geçmişinin. Kolay değil, mevcudu dönüştürmek. Bunun için Sarı Ay'ın ışığına ihtiyaç duyuyor, Lee ve Leila. Yansıyan ışık, onları ışıldatıyor aslında. Tek vücud oluyorlar. Kayıplığından Lee'yi Leila kurtarıyor. Leila, sözcükleri keşfediyor, yeniden.


Sarı Ay, temposu neredeyse hiç düşmeyen bir performans. Karanlığı aydınlatan, sarı ışık ve köşelerde dört pembe sandalye de rolden role bürünüyor, karakterler dönüştükçe. Sandalyelerin üzerinde ise beyaz/gri fonda hikayalerden kareler saklı, yakından bakılınca görselliği besliyor. Adeta gözlerimizdeki pembe gözlüklerin camlarının yüzeyi yer yer temizlenmiş ve ardındaki ortaya çıkmış, tüm şeffaflığıyla. Anlatılagelen, gerçekler gizlice serpilmiş, görebilen gözlere. David Greig'in yazdığı oyun, yönetmen Pınar Töre'nin diliyle, yorumuyla beslenmiş. Oyuncular, Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut ve benim izlediğim oyunda Ayşecan Tatari, her daim dönüşmekte ve bunu yaparken de, tiyatronun bir yaşam tarzı olduğunu adeta kanıtlamakta izleyiciye. Görev bilinciyle değil, Hakk'ını vererek ortaya koyuyorlar kendilerini. Ezber yetmiyor, işin içine zihinleri, ruhları ve hatta bedenleri giriyor. Tüm B'enliğinle ortaya koyman gerekiyor senden çıkanı, her zerrede bunun yaşanması bu olsa gerek, dedirtiyor bana. Bir işe baş koyduysan, sebat etmen gerek. Tek yönüyle değil, tüm bilincinle, 'var'lığınla dahil olmalısın.

Oyunun en vurucu sahnelerinden biri belki de Lee'nin kendini bulduğunu hissettiğim an'da çıkandı. Leila'nın ağzından dillendi. Sevmeyi hep 'gündoğumu' gibi büyülü bir şey sandık biz, büyülü anlamlar yükledik belki de. Bu nedenle sevmeyi bilemedik, sevildiğimizi hissedemedik. Halbuki, herkes kendine göre seviyor, sevgi aslında en büyük görkemini basitliğinden alıyor. Karşındaki ile gayrılığı ötelediğinde, Tek Vücud gibi hissettiğinde 'doğuyor', ışığını ardındaki güneşten alıyor parlayan o Sarı Ay.

Tüm bu hikayede kendi gerçeklerinizin 'yüzünüze' çarpmasına hazırsanız. Gidin, izleyin, derim.

Gidiyor musunuz, yoksa gidiyor musunuz ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder