ÖKSÜZLER_Dennis
Kelly
Yıllardır,
keyifle kullanmakta olduğunuz ve zaman içerisinde ufak tefek lekelense de,
oturmaktan keyif aldığınız, yarattığınız güzel dünyanızın en rahat
parçalarından biri olan, koltuğunuza kedi ölüsü atan bir oyun, Öksüzler (Orphans).
Sadece yüzünüze değil hayatınıza
fena halde çarpıyor oyun. Tiyatro DOT’u bilseniz de, her oyunda sizi sarsmayı,
koltuklarınızda doğrultmayı başarıyor. 1990’larda İngiltere’de ortaya çıkan
“Suratına Tiyatro” (in-your-face theatre) örneklerinden olan Öksüzler oyunu, bu
topraktan beslenen, İngiliz yazar Dennis Kelly imzalı.
Tuğrul
Tülek tarafından DOT sahnesine konan oyun, 3 kişilik çekirdek kadro ile oldukça
göz dolduruyor. Bir çocuk sahibi ‘mutlu çift’, Gizem Erdem ve İbrahim Selim’le
hayat bulurken. ‘Dayı’lıktan oldukça uzak, aslında ailenin bir diğer çocuğu
rolündeki Yusuf Akgün, izleyiciye farklı bir seyir deneyimi sunuyor. Suratınızda
ve hatta tüm bedeninizde hissettiğiniz hikaye ve oyunculuklar, adeta durmuyor.
Sizi her an, oyuna dahil olmak ve bir hamle yapmak için adeta dürtüyor. Alışılagelmişin
oldukça dışında bir yapıda sunulan oyunda, sahneye oldukça yakınsınız, sahne
dediğime bakmayın, sahiden çiftin salonlarından oyunu seyrediyorsunuz.
Fotoğraflar, yemekler dahi oldukça gerçek. “Tepeden” bakmanız söz konusu bile değil.
Oyunculuklar ise abartılıktan uzak hatta rahatsız edici bir şekilde doğal.
Salona konuk olan yaklaşık elli kişilik grupla
beraber oyunu seyrederken, fırsat buldukça seyircileri seyretmeye çabaladım,
yüz ifadelerinden ve beden dillerinden açıkça okunuyordu, endişeleri ve
şaşkınlıkları. Öyle kaptırmıştı ki herkes kendini, ilk sıradaki bir teyze adeta
dizi izlercesine, oyuna’ eşlik ediyordu’, sanırım suratına tiyatronun yarattığı
bir yönüyle zorlayacak taraf bu. Ancak oyun aksamayı bırakın, teklemedi bile.
Hatta farklı bir unsur oldu denebilir, seyirci için.
Oyunu anlatmak, tadını kaçırmakla eş değer bu nedenle
çok dikkatli olmak lazım ifadelerde..Kabaca size de söylenen, bu ‘mutlu çiftin’
yeni bir hayatı kutladıkları gece, öksüzlerden bir diğeri olan Helen’in kardeşi
Liam, üstü başı kan içinde eve gelir ve ‘oyun’ başlar. Yaşanan felaket her
sahnede farklı bir anlatımla şekillenirken, çok da yabancı olmadığımız bir
kelimeler bütüyle karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi. Tanımadığımız ve hatta
değersiz “onlar” ve sevdiğiniz, hayatınızın bir parçası olan “bizlerden
olanlar”. Herkesin ne “hakkettiği” aşikar..Gerçi hepimiz “insan”dık değil mi ? Yer
yer unutabiliyor tabii insan ve insan dediğiniz bazen “hiç sevmediği” taraflarıyla
da yaşamak zorunda kalabiliyor. Şiddet de buna dair.
DOT, peşinden gittiği akımla paralel olarak,
seyretmeye alıştığımız diğer tiyatrolara pek benzemiyor. Oyunun ‘bedeli’ de
bunu gösteriyor, ancak oyunu izledikten ve hatta izlerken biraz olsun gözlem
yapabildikten sonra da insan ‘hakkını vermek’ten geri durmuyor. Kendinizi,
adeta bir terapi seansının içinde buluyorsunuz. Tabii ki bu da alışılagelmiş
rahat koltuk, bol iç dökme seanslarından oldukça farklı. Kendi yarattığınız ve
hatta hayatınıza renk katmak için ‘bedelini’ ödeyerek girdiğiniz oyunda ‘mutlu
hayatınızda’ taşların yerinden oynadığını biraz olsun hissediyorsunuz. Sizden
olan adeta suratınıza çarpıyor, yer yer utanıyor yer yer öfkeleniyorsunuz ama
günün sonunda bu sarsıntı sizi silkeliyor. Ve hatta şöyle bir etrafınıza
baktığınızda, koltukta yanınızda duran ölü kediden tiksiniyor ama bir taraftan
o “canlı”ya acıyorsunuz. Hatta hatırlıyorsunuz, siz dünyanızda o karanlık
çöktüğünde dışarı çıkmamayı ve bunları görmemeyi seçseniz de dışarıda başta
sokak kedileri olmak üzere, özellikle “kara kediler” ölüyor. Garfield’lar ise
zevkle göbeklerini kaşımaya devam ediyorlar, sıcacık ‘dünya’larında..
Son ‘seanslar’ !
Bolca parfüm sıkıp gidin
derim..!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder