5 Mart 2012 Pazartesi

ÖKSÜZLER (Orphans)


ÖKSÜZLER_Dennis Kelly


Yıllardır, keyifle kullanmakta olduğunuz ve zaman içerisinde ufak tefek lekelense de, oturmaktan keyif aldığınız, yarattığınız güzel dünyanızın en rahat parçalarından biri olan, koltuğunuza kedi ölüsü atan bir oyun, Öksüzler (Orphans).
Sadece yüzünüze değil hayatınıza fena halde çarpıyor oyun. Tiyatro DOT’u bilseniz de, her oyunda sizi sarsmayı, koltuklarınızda doğrultmayı başarıyor. 1990’larda İngiltere’de ortaya çıkan “Suratına Tiyatro” (in-your-face theatre) örneklerinden olan Öksüzler oyunu, bu topraktan beslenen, İngiliz yazar Dennis Kelly imzalı.
Tuğrul Tülek tarafından DOT sahnesine konan oyun, 3 kişilik çekirdek kadro ile oldukça göz dolduruyor. Bir çocuk sahibi ‘mutlu çift’, Gizem Erdem ve İbrahim Selim’le hayat bulurken. ‘Dayı’lıktan oldukça uzak, aslında ailenin bir diğer çocuğu rolündeki Yusuf Akgün, izleyiciye farklı bir seyir deneyimi sunuyor. Suratınızda ve hatta tüm bedeninizde hissettiğiniz hikaye ve oyunculuklar, adeta durmuyor. Sizi her an, oyuna dahil olmak ve bir hamle yapmak için adeta dürtüyor. Alışılagelmişin oldukça dışında bir yapıda sunulan oyunda, sahneye oldukça yakınsınız, sahne dediğime bakmayın, sahiden çiftin salonlarından oyunu seyrediyorsunuz. Fotoğraflar, yemekler dahi oldukça gerçek. “Tepeden” bakmanız söz konusu bile değil. Oyunculuklar ise abartılıktan uzak hatta rahatsız edici bir şekilde doğal. 

                Salona konuk olan yaklaşık elli kişilik grupla beraber oyunu seyrederken, fırsat buldukça seyircileri seyretmeye çabaladım, yüz ifadelerinden ve beden dillerinden açıkça okunuyordu, endişeleri ve şaşkınlıkları. Öyle kaptırmıştı ki herkes kendini, ilk sıradaki bir teyze adeta dizi izlercesine, oyuna’ eşlik ediyordu’, sanırım suratına tiyatronun yarattığı bir yönüyle zorlayacak taraf bu. Ancak oyun aksamayı bırakın, teklemedi bile. Hatta farklı bir unsur oldu denebilir, seyirci için.
                Oyunu anlatmak, tadını kaçırmakla eş değer bu nedenle çok dikkatli olmak lazım ifadelerde..Kabaca size de söylenen, bu ‘mutlu çiftin’ yeni bir hayatı kutladıkları gece, öksüzlerden bir diğeri olan Helen’in kardeşi Liam, üstü başı kan içinde eve gelir ve ‘oyun’ başlar. Yaşanan felaket her sahnede farklı bir anlatımla şekillenirken, çok da yabancı olmadığımız bir kelimeler bütüyle karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi. Tanımadığımız ve hatta değersiz “onlar” ve sevdiğiniz, hayatınızın bir parçası olan “bizlerden olanlar”. Herkesin ne “hakkettiği” aşikar..Gerçi hepimiz “insan”dık değil mi ? Yer yer unutabiliyor tabii insan ve insan dediğiniz bazen “hiç sevmediği” taraflarıyla da yaşamak zorunda kalabiliyor. Şiddet de buna dair.
                DOT, peşinden gittiği akımla paralel olarak, seyretmeye alıştığımız diğer tiyatrolara pek benzemiyor. Oyunun ‘bedeli’ de bunu gösteriyor, ancak oyunu izledikten ve hatta izlerken biraz olsun gözlem yapabildikten sonra da insan ‘hakkını vermek’ten geri durmuyor. Kendinizi, adeta bir terapi seansının içinde buluyorsunuz. Tabii ki bu da alışılagelmiş rahat koltuk, bol iç dökme seanslarından oldukça farklı. Kendi yarattığınız ve hatta hayatınıza renk katmak için ‘bedelini’ ödeyerek girdiğiniz oyunda ‘mutlu hayatınızda’ taşların yerinden oynadığını biraz olsun hissediyorsunuz. Sizden olan adeta suratınıza çarpıyor, yer yer utanıyor yer yer öfkeleniyorsunuz ama günün sonunda bu sarsıntı sizi silkeliyor. Ve hatta şöyle bir etrafınıza baktığınızda, koltukta yanınızda duran ölü kediden tiksiniyor ama bir taraftan o “canlı”ya acıyorsunuz. Hatta hatırlıyorsunuz, siz dünyanızda o karanlık çöktüğünde dışarı çıkmamayı ve bunları görmemeyi seçseniz de dışarıda başta sokak kedileri olmak üzere, özellikle “kara kediler” ölüyor. Garfield’lar ise zevkle göbeklerini kaşımaya devam ediyorlar, sıcacık ‘dünya’larında..

Son ‘seanslar’ !

Bolca parfüm sıkıp gidin derim..!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder