Aşkın
Sıradanlığı_Savyon Liebrect
Almanya’nın en büyük şehri ve merkezi, nam-ı diğer
açıkhava müzesi, Berlin’de sırtınızı Ihlamurlar Altında ( Unter den Linden )
caddesine verip Brandenburg kapısından çıktınız mı, sol tarafa doğru
yürüdüğünüzde, II. Dünya Savaşı’nda ölen Yahudiler için inşaa edilmiş, bir alan
var. Altında da ücretsiz bir müze. Oldukça insana dair bir müze, kamplarda
yazılmış mektuplar, birçoğu isimsiz olarak yadedilen, acı çekmiş insanlara dair
ve öte yandan insanın, en insanlıktan çıkmış halini hatırlatan..İşte tam da bu noktadan
etrafınıza baktığınızda, kişilik sahibi cadde tabelarının sahiden de nasıl
“kişilik” bulduğunu göreceksiniz, çünkü Hannah Arendt Caddesi’ndesiniz. Bu
konumlandırma bile aslında bir çok şeyi anlatmaya yetiyor da artıyor, o döneme
ve sonrasına dair. Arendt, ünlü bir “filozof” olmak için kitaplarına ve profesörüne
adamışken hayatını, ünlü bir “siyaset bilimci” olduğunun her fırsatta altını
çizmiş ünlü bir kişilik. Bir tarihi figür aynı zamanda. Tam da bu sebeple, bu tarihe
bir buçuk saatliğine de olsa tanık etme fırsatını sunuyor, Devlet Tiyatroları bu
sezon, “Aşkın Sıradanlığı” oyunuyla.
Polonya kıyımından kaçan
Yahudi bir annenin kızı olan Savyon Liebrecht tarafından kaleme alınan oyun, ülkemizde
Özgür Yalım tarafından sahneye konmuş. 1920’lerin ortalarından, 1970’lere
uzanan hikaye örgüsünde, alışılagelmişin dışında bir Devlet Tiyatrosu
sahnesiyle ve dekoruyla, Hannah Arendt’in hayatının son yıllarına tanıklık
ederken, genç Arendt ve 1930’ların Nazi Partisi üyesi, ünlü felsefe profesörü
Heidegger’in tanışmaları ve sonrası da anılarla can’lanıyor. Oyun bu haşmetli
isimleri içeriyor diye gözünüzü korkutmasın, çok derin bir felsefe, siyaset
kuramı bilgisi sahibi olmayı zorunlu kılmıyor. Aralara serpiştirilmiş, bir kaç ifade,
adeta özet bilgi geçiyor. Bu bağlamda, oldukça naif işlenmiş bir hikaye. Ancak
başta da belirttiğim gibi, bir buçuk saate sığdırılmış bir tarih kesiti için,
yeterli bilgiyi de sağlıyor. Ötesi sizin keşfinize kalıyor.
Arendt’in ‘hiç bir
toplumu, grubu çok sevmemesi’ olaylara ‘insan’ gözünden bakmasını
kolaylaştırıyor olsa gerek, totaliterizm’i Nazi ve Stalin karşılaştırmasıyla
sunabilirken, Eichmann Davası’nda kendi ırkının da oldukça tepkisini
çekebiliyor. İsrail’den çok Almanya’yı memleketi olarak görebilen ama bir o
kadar da Amerika’nın özgür ruhuna alışan bir karakter Arendt. Heidegger’e olan
aşkı başta en yakın dostu Rafael tarafından onaylanmazken, sonrasında halklara
mal olan ve büyük tepki çeken bir hal alıyor. Arendt ise “varlık”ını ve “zamanını”
sadece Heidegger’e adayabilecek kadar tutkulu, Heidegger ise “tarzının dışına”
çıkmayacak kadar kibirli. Heidegger, ‘büyük ideal’leri uğruna, halka faydacılık
kaygısıyla, aşığına rağmen Hitler flamaları altında demeçler verebiliyor,
Yahudi profesörleri, yönetimi döneminde üniversiteden “onların iyiliği için”
uzaklaştırabiliyor. “Seçilene kadar, seçildikten sonra o kadar ileri gidemez”
dediği Hitler olan inancı ise Arendt’ e olan aşkından daha baskın bir unsur. Arendt
ise gözlerden uzak, hatta çok uzakta o dönemde. Toplama kamplarından birinde.
Arendt, Eichmann davasında
gözlemci olarak bulunmasının ardından, 1963’te kaleme aldığı eseri “Kötülüğün
Sıradanlığı”nda, aslında kendi kaderine dair bir kesit sunduğunu belki de fark
etmiyor. Sıradanlaşan, normalleşen kötülük değil aslında, tüm bu kötülüğün
normal davranması ve bir çok insanın, kayıtsız şartsız ve düşünmeden bunu takip
ediyor olması. Arendt, ‘aşkının
sıradanlığı’ ise aşkın bir başka tanımının, ‘acı çekme ve kendini
karşısındakinde eritme’sinin normalleşmesini yaşıyor adeta. Sorgusuz, sualsiz
tüm karşı tezlere rağmen, pratikte gözlemlenebilecek tüm “yanlışlara” rağmen,
‘sıradanlaştırıyor’ ve hayatının son dönemlerinde bile kendi yarattığı bu
‘aşk’a karşı durmuyor.
Duayenlerden, Nisa
Yıldırım, Arendt’in duruşunu ve ‘bağımlılığını’ yaşatıyor sahnede, oyuncu
arkadaşı genç Arendt rolündeki, Deniz Elmas ise gençliğin tüm saflığını ve
‘direncini’ sergiliyor. Heidegger, Saydam Yeniay’ın oyunculuğula hayat
bulurken, Efe Tuncer, baba ve oğul Rafael rolünde adeta parlıyor ve izleyiciyi
fethediyor. Sorgulamadığınız ve ‘dünyanızda’ yaşanılan aşk içerdiği tehlikelere
rağmen nasıl sıradanlaştırılıp, acılar nasıl normalleştirilebiliyorsa,
sorgulamaksızın ve kendi ‘inandığınız dünyanızda’ şekillendirdiğiniz ‘liderler’
de öylesi tehlikeli bir sıradanlık yaratabiliyor. Sonrasında sadece siz
ideallerinizden, inandıklarınızdan olmakla kalmıyorsunuz, halkların yokoluşu,
‘kırım’larıyla tarih, ‘kırmızı’ kalemlerle yazılabiliyor. Ve üstelik
sonrasında, “halk çocuğu” imajındaki o “liderler “ tarzları olmadığı için
yaşananların sorumluluğunu dahi kabul etmiyorlar.
Devlet Tiyatrosu’nda Aşkın
Sıradanlığı’nı izleyin, ve izlerken hayatınızda neleri ‘sıradanlaştırdığınızı’
düşünmek için kendinize zaman tanıyın. Hatta sorgulayın; sorgusuz sualsiz
itaatkar tavrın bir insanı, bir milleti, bir ülkeyi nerelere getirebileceğini
ve “tarih”i bu kez kendi ellerinizle yazabileceğiniz gerçeğini.
İyi Seyirler !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder