15 Mayıs 2013 Çarşamba

Hatay'da Hayat Var !




Hatay'da Hayat Var ! 

'Yansıtılmak istenenlerin öte’sini görmek, yaşananların hiç de sınır öte’sinde olmadığını farkedebilmek umuduyla.'


Coğrafya derslerinden bildim Hatay’ı ilk. Türkiye’nin en güney ucu oradaydı. Sıcaktı, haritada çizmesi çok zevkliydi. Üzerine sayfalarca hikayeler yazabilceğim bir de nehri vardı; Asi. Bir solukta söylenmeliydi. Efsanevi gibiydi varlığı, ters akıyordu. Sonra Tarih derslerinde tekrar karşılaştım Hatay ile, ülke toprağına katılan son yerdi. Konumu itibariyle de neredeyse Anadolu’dan rol çalıyordu, “medeniyetler beşiği” idi. Kültürler, dinler harmanlanmıştı bu topraklarda pek de leziz bir şekilde.

Yaşayarak öğrenmem biraz geç geldi, geçtiğimiz haftasonu Hatay tüm Türkiye’ye adeta “Buradayım !” derken oradaydım. Hüzünlü bir tanışma oldu ve gökyüzü de sanki bu hüznü tarihe geçecek şekilde taşıyordu, sel oldu gözyaşları, hem bulutlardan boşaldı toprağın üzerine hem de gözlerden aktı, dökülen kanları temizlemek istercesine.

Beyaz cam yoktu arada, izlemiyor adeta yaşıyorduk. Reyhanlı burnumuzun dibiydi. Hatay, vatan toprağı. Yanımızdaki insanlardı ailelerini kaybeden, camilerden selalar duyuldu, Reyhanlı’da hayatını kaybedenlere dair. Hüzünlüydü Hatay. Tüm bu hüzne ve hatta acılara rağmen, Hatay’da Hayat devam ediyordu. Bu yazı da benim keşfime dair bir aktarımdır. Reyhanlı’dan da önce başlayan son yaşanan olaylardan dolayı cesaretini toplayıp, gidemeyenler için bir pusula olsun diye yazmak istiyor içim. Coğrafya derslerinde kalsın Hatay’ın güneydeki uç oluşu, insana dair yaşananların olduğu her bir karışın merkezimiz olduğu hatırlansın diye.

İskenderun ve Antakya idi rotamız.Varışımız 1 saat 10 dakika İstanbul’dan.  İskenderun ise havalimanından yarım saat kadar sürüyor. Sahil şeridi ile ünlü, plajlarıyla gözde bir ilçe burası. Arsuz en önemli tatil yerlerinden.  Kavisli bir sahil şeridi olduğundan, “hemen her sokak denize çıkıyor burada” diye anlatıyorlar. Pac meydanı merkezi  İskenderun’un.

Gezip görmenin ötesinde yediklerimize dair olanlar için bir kaç önemli isimi paylaşmak gerekirse, bunlardan ilki güne başlarken muhakkak uğranması tavsiye olunan Petek Pastanesi. Sahil’deki Petek Pastanesi Kafe’de açık büfe kahvaltı almalı ve peynir, zeytine ek olarak mezelere, zeytinyağlılara doymalı. Hamurişlerinden kıymalı mini pide görünümlü olan Kaytaz Böreği , Biberli Ekmek, ev tipi poğaçalardan muhakkak tadılmalı.

İskenderun, tüm ülkeye nam salmış Döner’i ile de meşhur. Bu nedenle de neredeyse tam manasıyla adım başı Dönerci görmek mümkün burada. Çeşit çeşit usullerden bahsediliyor. Bizim adresimiz ise Tatbak Döner oldu. Sofraya oturur oturmaz gelen, mezeler ve salata ikram ve öyle doyurucu ki, İskender’e yer açmak epey zor oluyor. Porsiyon döner istediğinizde de domates sosu ve tereyağ dökülmüş olarak servis etmeyi tercih ediyorlar. Dürüm yemek isterseniz ise Zurna ( ince & uzun) mı yoksa Kamyon Tekeri  (kalın) mi tercihini yapmalısınız.



Keyif yapmak ve manzaraya tepeden bakarak, keyif yapabileceğiniz yer olarak doğru adres Koru Cafe olacaktır. İskenderun gençlerinin de sıklıkla geldiği güzel bir yer. Elbette ki Künefe için de bir zaman ayırmalısınız planınızda. Petek Pastanesi, ancak bu kez pastane olan, içerideki Petek doğru adres. Fıstıklı, Sade ya da Dondurmalı tercihi size kalıyor.  Antakya’da da künefe tadıp, lezzetlerin farkını keşfetmek için ilk adımı burada atıyoruz biz de.  Pastane olan Petek öyle göz doyurucu da bir yer ki, çocuk gibi reyonların önünde uzun uzun durarak, mağaza gezercesine dolanıyorum içeride.  İskenderun gecelerine de dahil olmak isteyenler için yeni yeni açılan Barlar Sokağı, Nevizade, Küçük Beyoğlu isimleriyle İstanbul’da esinti taşıyan yerlerin de bulunduğu sokakta keyif yapılabilir.  Biz geceyi sahilde sonlandırmayı tercih edenlerdendik. Mapido  ise seçimimizdi.

Ertesi günkü rotamız Antakya’ya gitmek için Pac meydanından kalkan servislere binmek gerekiyor. Kişi başı 8 TL olan yaklaşık 1 saat süren yol sonunda Antakya’da Asi nehri kıyısında buluyoruz kendimizi. Asi nehri Antakya’nın ortasından tüm heybetiyle geçiyor. Büyük Antakya Oteli, Asi manzaralı en eski otellerden. Biraz ilerleyince Antakya Mozaik Müzesi’ne varıyoruz. Gaziantep Zeugma’dan sonra karşılaştırma dahi yapamıyorum. Müze oldukça eski ve ne yazık ki ilgisiz bırakılmış. Neyseki sonradan öğrendiğime göre gördüklerimiz toplam eserlerin çok çok az bir kısmıymış ve yeni yapılan müze için hazırlıklar yapılıyormuş. Mozaiklere dair dikkatimi çekense, bir çok eserin neredeyse tamamının korunabilmiş olması. Tunus-Bardo’dan sonra Antakya’da dünyadaki ikinci büyük arşiv olması da tesadüf değil. Müzeyi yenileme çalışmalarına ek olarak Hristiyanların hac yeri meşhur St. Pierre Kilisesi de Ağustos 2013’e kadar ziyaretçi kabul etmiyor. 

Şehri gezerken, hemen her köşede bir tarihi kalıntı göze çarpıyor. Arkadaşlarımızdan öğreniyoruz, belediyenin çevre düzenleme  adına yaptığı hemen her kazıda yeni bir yerleşim yeri bulunuyormuş. En son bir otel inşaatına başlandığında bulunan kalıntılar nedeniyle de proje güncellenerek, Dünya’daki ilk Müze Hotel inşaatı projesine başlanmış.

Sürprizlerle dolu bir yer Antakya, tepeden bakmak için tepeye tırmandığımızda ise neredeyse boşluk göremiyoruz yapılardan. Bu manzara sonrasında yeşile duyduğumuz özlemle kendimizi şelaleler ceneti Harbiye’de buluyoruz. Apollon ve Defne efsanesine ev sahipliği yapan bu gözalıcı yeşil vadide, neredeyse adım başı şelale var. Huzur buluyor insan. Defne sabunu ve yerli üretim ipeklerden almak ise gelenekselleşmiş bir alış-veriş burada. Su sesleri eşliğinde, fonda yeşilin tonları, barışı hissediyor, hatta okuyoruz. “Savaşa Hayır” yazıyor bir işletmenin yazdığı pankartta. “Şehirde 1000 Yıllardır yaşayamanın verdiği kültür zenginliği var. Bu Mozaiğin taşlarını yerinden oynatmaya izin vermeyelim. Hatay halkları, dil, din, ırkı ne olursa olsun kardeştir.” Her zihinde canlansın istiyoruz bu söylem, hayata geçsin diliyoruz.  



Bu kültür mozağine şehrin sokaklarında dolaşırken tanık oluyoruz. Birileri kağıt üzerinde çözümler bulmaya çalışırken, yaşananları görüyoruz. Kilise, cami, havralar yanyana. Ezan sesleri, çanlara karışıyor. Tek’e inanılıyor. Bütünlüğe. Parçalanan hayatlara, ‘patlayan’ feryatların ardındaki hayat, Hatay’da bu.
Düzenleri bozulmuş, son yaşananlardan sonra. İnsanlar korkuyor, gelmiyor. Duyurmak istiyorlar seslerini.
Hatta bize “korkmadan gelmişsiniz, yine bekleriz, gelin” diyorlar.  




Karnımızı doyurmak için Anadolu Restaurant’a uğruyoruz. Kağıt ve Tepsi kebabı, sunuşları ve baharatlarının farkıyla birbirinden ayrılıyor. Seçemediğimizden, ortaya meze tabağı hazırlatıyoruz. Antakya’nın içli köftesi Oruk diye anılıyor, mönüden anlıyoruz. 





Tatlı için ise uğranması gereken yer, İnci Kıraathanesi nam-ı diğer Affan Kahvesi oluyor. Burada ders niteliğinde bir deneyim yaşıyoruz. “Haytalı, Bici Bici değildir.” sloganıyla, özellikle kavurucu yaz sıcaklarında ferahlamak için yenilen Haytalı’yı tadıyoruz. Son zamanların moda rengi, neon pembe gül suyuyla gözlerimi parlatıyor. Üzerine de çay bardağında Türk kahvesi, nam-ı değer Tarsusi ile tamamlamak iyi oluyor, tüm bu yeme deneyimlerini.




                                          

Tüm bu lezzetlerle ağzımızın tadıyla buluşmak, tüm bu kültür mozaiğinin lezzetini alarak ve tarihin sunduğu yeni sürprizlerle karşılaşmak üzere, Hatay’a bir daha geleceğimiz notuyla şehirden ayrılıyoruz. Dilimizden gelen dualarımızla. Herkesin kendi sınırlarını bildiği, bu sınırların sevgi ve komşuluk adetleriyle saygıyla ayrıldığı, sınır tanımayan bir kültür alaşımının sofralarda dahi azık edildiği bu memlekette yaşananlar B’izden yansıyanlar. Yansıtılmak istenenlerin öte’sini görmek, yaşananların hiç de sınır öte’sinde olmadığını farkedebilmek umuduyla. Fırsat bulup en kısa zamanda siz de gidin Hatay’a Hayatlarına dahil olun, moral olun insanlara derim.


                                             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder