Hatay'da Hayat Var !
'Yansıtılmak istenenlerin öte’sini görmek, yaşananların hiç de sınır öte’sinde olmadığını farkedebilmek umuduyla.'
Coğrafya derslerinden bildim
Hatay’ı ilk. Türkiye’nin en güney ucu oradaydı. Sıcaktı, haritada çizmesi çok
zevkliydi. Üzerine sayfalarca hikayeler yazabilceğim bir de nehri vardı; Asi.
Bir solukta söylenmeliydi. Efsanevi gibiydi varlığı, ters akıyordu. Sonra Tarih
derslerinde tekrar karşılaştım Hatay ile, ülke toprağına katılan son yerdi. Konumu
itibariyle de neredeyse Anadolu’dan rol çalıyordu, “medeniyetler beşiği” idi. Kültürler,
dinler harmanlanmıştı bu topraklarda pek de leziz bir şekilde.
Yaşayarak öğrenmem biraz geç
geldi, geçtiğimiz haftasonu Hatay tüm Türkiye’ye adeta “Buradayım !” derken
oradaydım. Hüzünlü bir tanışma oldu ve gökyüzü de sanki bu hüznü tarihe geçecek
şekilde taşıyordu, sel oldu gözyaşları, hem bulutlardan boşaldı toprağın üzerine
hem de gözlerden aktı, dökülen kanları temizlemek istercesine.
Beyaz cam yoktu arada,
izlemiyor adeta yaşıyorduk. Reyhanlı burnumuzun dibiydi. Hatay, vatan toprağı. Yanımızdaki
insanlardı ailelerini kaybeden, camilerden selalar duyuldu, Reyhanlı’da hayatını
kaybedenlere dair. Hüzünlüydü Hatay. Tüm bu hüzne ve hatta acılara rağmen,
Hatay’da Hayat devam ediyordu. Bu yazı da benim keşfime dair bir aktarımdır.
Reyhanlı’dan da önce başlayan son yaşanan olaylardan dolayı cesaretini
toplayıp, gidemeyenler için bir pusula olsun diye yazmak istiyor içim. Coğrafya
derslerinde kalsın Hatay’ın güneydeki uç oluşu, insana dair yaşananların olduğu
her bir karışın merkezimiz olduğu hatırlansın diye.
İskenderun ve Antakya idi
rotamız.Varışımız 1 saat 10 dakika İstanbul’dan. İskenderun ise havalimanından yarım saat kadar
sürüyor. Sahil şeridi ile ünlü, plajlarıyla gözde bir ilçe burası. Arsuz en
önemli tatil yerlerinden. Kavisli bir
sahil şeridi olduğundan, “hemen her sokak denize çıkıyor burada” diye
anlatıyorlar. Pac meydanı merkezi
İskenderun’un.
Gezip görmenin ötesinde
yediklerimize dair olanlar için bir kaç önemli isimi paylaşmak gerekirse,
bunlardan ilki güne başlarken muhakkak uğranması tavsiye olunan Petek Pastanesi. Sahil’deki Petek
Pastanesi Kafe’de açık büfe kahvaltı almalı ve peynir, zeytine ek olarak
mezelere, zeytinyağlılara doymalı. Hamurişlerinden kıymalı mini pide görünümlü
olan Kaytaz Böreği , Biberli Ekmek, ev tipi poğaçalardan muhakkak tadılmalı.
İskenderun, tüm ülkeye nam
salmış Döner’i ile de meşhur. Bu nedenle de neredeyse tam manasıyla adım başı
Dönerci görmek mümkün burada. Çeşit çeşit usullerden bahsediliyor. Bizim
adresimiz ise Tatbak Döner oldu. Sofraya
oturur oturmaz gelen, mezeler ve salata ikram ve öyle doyurucu ki, İskender’e
yer açmak epey zor oluyor. Porsiyon döner istediğinizde de domates sosu ve
tereyağ dökülmüş olarak servis etmeyi tercih ediyorlar. Dürüm yemek isterseniz
ise Zurna ( ince & uzun) mı yoksa Kamyon Tekeri (kalın) mi tercihini yapmalısınız.
Keyif yapmak ve manzaraya
tepeden bakarak, keyif yapabileceğiniz yer olarak doğru adres Koru Cafe olacaktır. İskenderun
gençlerinin de sıklıkla geldiği güzel bir yer. Elbette ki Künefe için de bir
zaman ayırmalısınız planınızda. Petek
Pastanesi, ancak bu kez pastane olan, içerideki Petek doğru adres.
Fıstıklı, Sade ya da Dondurmalı tercihi size kalıyor. Antakya’da da künefe tadıp, lezzetlerin
farkını keşfetmek için ilk adımı burada atıyoruz biz de. Pastane olan Petek öyle göz doyurucu da bir yer
ki, çocuk gibi reyonların önünde uzun uzun durarak, mağaza gezercesine
dolanıyorum içeride. İskenderun
gecelerine de dahil olmak isteyenler için yeni yeni açılan Barlar Sokağı,
Nevizade, Küçük Beyoğlu isimleriyle İstanbul’da esinti taşıyan yerlerin de bulunduğu
sokakta keyif yapılabilir. Biz geceyi
sahilde sonlandırmayı tercih edenlerdendik. Mapido ise
seçimimizdi.
Ertesi günkü rotamız Antakya’ya
gitmek için Pac meydanından kalkan servislere binmek gerekiyor. Kişi başı 8 TL
olan yaklaşık 1 saat süren yol sonunda Antakya’da Asi nehri kıyısında buluyoruz
kendimizi. Asi nehri Antakya’nın ortasından tüm heybetiyle geçiyor. Büyük
Antakya Oteli, Asi manzaralı en eski otellerden. Biraz ilerleyince Antakya Mozaik Müzesi’ne varıyoruz. Gaziantep
Zeugma’dan sonra karşılaştırma dahi yapamıyorum. Müze oldukça eski ve ne yazık
ki ilgisiz bırakılmış. Neyseki sonradan öğrendiğime göre gördüklerimiz toplam
eserlerin çok çok az bir kısmıymış ve yeni yapılan müze için hazırlıklar
yapılıyormuş. Mozaiklere dair dikkatimi çekense, bir çok eserin neredeyse tamamının
korunabilmiş olması. Tunus-Bardo’dan sonra Antakya’da dünyadaki ikinci büyük
arşiv olması da tesadüf değil. Müzeyi yenileme çalışmalarına ek olarak
Hristiyanların hac yeri meşhur St.
Pierre Kilisesi de Ağustos 2013’e kadar ziyaretçi kabul etmiyor.
Şehri gezerken, hemen her
köşede bir tarihi kalıntı göze çarpıyor. Arkadaşlarımızdan öğreniyoruz,
belediyenin çevre düzenleme adına
yaptığı hemen her kazıda yeni bir yerleşim yeri bulunuyormuş. En son bir otel inşaatına
başlandığında bulunan kalıntılar nedeniyle de proje güncellenerek, Dünya’daki
ilk Müze Hotel inşaatı projesine başlanmış.
Sürprizlerle dolu bir yer Antakya,
tepeden bakmak için tepeye tırmandığımızda ise neredeyse boşluk göremiyoruz
yapılardan. Bu manzara sonrasında yeşile duyduğumuz özlemle kendimizi şelaleler
ceneti Harbiye’de buluyoruz. Apollon ve Defne efsanesine ev sahipliği yapan bu
gözalıcı yeşil vadide, neredeyse adım başı şelale var. Huzur buluyor insan. Defne
sabunu ve yerli üretim ipeklerden almak ise gelenekselleşmiş bir alış-veriş
burada. Su sesleri eşliğinde, fonda yeşilin tonları, barışı hissediyor, hatta
okuyoruz. “Savaşa Hayır” yazıyor bir işletmenin yazdığı pankartta. “Şehirde
1000 Yıllardır yaşayamanın verdiği kültür zenginliği var. Bu Mozaiğin taşlarını
yerinden oynatmaya izin vermeyelim. Hatay halkları, dil, din, ırkı ne olursa
olsun kardeştir.” Her zihinde canlansın istiyoruz bu söylem, hayata
geçsin diliyoruz.
Bu kültür mozağine şehrin
sokaklarında dolaşırken tanık oluyoruz. Birileri kağıt üzerinde çözümler
bulmaya çalışırken, yaşananları görüyoruz. Kilise, cami, havralar yanyana. Ezan
sesleri, çanlara karışıyor. Tek’e inanılıyor. Bütünlüğe. Parçalanan hayatlara,
‘patlayan’ feryatların ardındaki hayat, Hatay’da bu.
Düzenleri bozulmuş, son
yaşananlardan sonra. İnsanlar korkuyor, gelmiyor. Duyurmak istiyorlar
seslerini.
Hatta bize “korkmadan
gelmişsiniz, yine bekleriz, gelin” diyorlar.
Karnımızı doyurmak için Anadolu Restaurant’a uğruyoruz. Kağıt ve Tepsi kebabı, sunuşları ve baharatlarının farkıyla birbirinden ayrılıyor. Seçemediğimizden, ortaya meze tabağı hazırlatıyoruz. Antakya’nın içli köftesi Oruk diye anılıyor, mönüden anlıyoruz.
Tatlı için ise uğranması gereken yer, İnci Kıraathanesi nam-ı diğer Affan Kahvesi oluyor. Burada ders niteliğinde bir deneyim yaşıyoruz. “Haytalı, Bici Bici değildir.” sloganıyla, özellikle kavurucu yaz sıcaklarında ferahlamak için yenilen Haytalı’yı tadıyoruz. Son zamanların moda rengi, neon pembe gül suyuyla gözlerimi parlatıyor. Üzerine de çay bardağında Türk kahvesi, nam-ı değer Tarsusi ile tamamlamak iyi oluyor, tüm bu yeme deneyimlerini.
Tüm bu lezzetlerle ağzımızın
tadıyla buluşmak, tüm bu kültür mozaiğinin lezzetini alarak ve tarihin sunduğu
yeni sürprizlerle karşılaşmak üzere, Hatay’a bir daha geleceğimiz notuyla
şehirden ayrılıyoruz. Dilimizden gelen dualarımızla. Herkesin kendi sınırlarını
bildiği, bu sınırların sevgi ve komşuluk adetleriyle saygıyla ayrıldığı, sınır
tanımayan bir kültür alaşımının sofralarda dahi azık edildiği bu memlekette
yaşananlar B’izden yansıyanlar. Yansıtılmak istenenlerin öte’sini görmek, yaşananların
hiç de sınır öte’sinde olmadığını farkedebilmek umuduyla. Fırsat bulup en kısa
zamanda siz de gidin Hatay’a Hayatlarına dahil olun, moral olun insanlara
derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder