28 Şubat 2013 Perşembe

Kelebeğin Rüyası

Uyanmak istemediğimiz bir düş: 

Kelebeğin Rüyası




Nedir, nelerdir şu hayatta bahanelerimiz ?
Aşkımız bahanemiz midir, hayata ?
Dizelere bir türlü dökemediğimiz şiirlerimiz bahaneleri midir aşkımızın ?

Şiirlerimizi nerede bıraktık peki, büyürken ?
Ya da belki onlar bizi bıraktı, fark ettirmeden.

Şiirleriyle 'büyüyen' iki adamın hikâyesini anlatıyor "Kelebeğin Rüyası." Behçet Necatigil'in öğrencileri Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur'un şiir dolu hayatlarının esin kaynağı olduğu bir hikâyeyi seyrediyoruz, Yılmaz Erdoğan'ın gözünden.

Kömür karası bir kâbusla başlayan, solgun sarının içinde kan kırmızıyı barındıran bir rüya bu, perdedeki yansıma. Şiirlerini sırtlanıp, hayata kelebek misali kanat çırpan, şairliklerine "Varlık" kazandırmaya çalışan iki can dostu şairin hikâyesinde acılar, heyecanlarla paralel yansıyor izleyiciye. Zonguldak'ın yemyeşili umut oluyor, yeraltının mükellef olduğu kara'nlığa. O umut yeşili, laciverte dönüşüyor, sınırları aşıp, İstanbul'a kanat çırptıkça. Umut, bu kez bir senatoryumun penceresinden görünen karışımı oluyor, yeşil ile lacivertin. Kırmızının tarifi ise izleyene bırakılıyor. Dudaklarda kalan kan kırmızısı ya da damarlarında sıhhatle akanı kıyafetlerine taşıyan Can kırmızısı, hatta belki de şiirin baş bahanesi aşk kırmızısında aranacak olmalı bu tarif.

Ölümün sürprizi yok, bu filmde. Beklerken, daktilolar "tutanak tutuyor, gerisi takdiri mutlak" olarak kalıyor. 'Dünya Savaşı' bir yana herkes kendi savaşının derdine düşüyor. Yaşamanın savaşı, 'var' olmanın savaşı, aşkın savaşı ve belki de aslında 'rüya görmeye devam edebilmenin, uyanmamanın' savaşı veriliyor. Gerçek olan ne, rüya gören kim soruları zihni kurcalıyor. Renkli ampüller altında kiminin hayali gerçek oluyor, 'kötü olan bile güzelleşiyor' o hayalde. Hatta iyi ki 'kötü' var dedirtiyor. Aşık şair, satırlarında 'kötüyü bile güzel söylüyor' ya da duyan aşığının kulağına en güzel geliyor.

Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin, Yılmaz Erdoğan ve Farah Zeynep Abdullah ailenin başlıca üyeleri. Öyle bir film ki, kurulu bağlar öyle geçiyor ki izleyiciye. B'iz gibi oluyor görülenler. Mendil istemekten öte derman dilenemeyen oğula mendil uzatmak isteyişim bundan olsa gerek. İçimden dua etmek gelmesi de bundan, 'uyanış' başladığında.

Kelebeğin son çırpınışlarında, satırlara dökülenler ise "iyi şiirin sahipsizliği"ni kanıtlıyor adeta. İsimsiz yazılıyor mısralar. Kağıtsızlık bahane değil yazamamaya. Daktilo olmasa da oluyor. Şair, kimliksizleşiyor şiirinde bu nedenle de şiiri beğenmek ardında, şairi görmek anlamına gelmiyor her daim. Görülmek istenen, satırlarda duyulmak istenen duyuluyor. Tam da bu nedenle olsa gerek, her defasında kendi şiirimizi yazıyor oluşumuz satırlara dökülmese de, farklı farklı olsa da okuduğumuz şairler.

Kelebek mi rüya görmektedir yoksa ermiş mi kelebeği rüyasında ? sorusudur aklı kurcalayan ve belki de bu filmin bahanesi olan.

Derin derin yeşili ciğerlerinize doldurmak isteyeceksiniz B'ence ve yer yer burnunuza gelecek kesif kömür kokusu, o yanmayı hissedeceksiniz.

İyi seyirler !

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder